25 Ağustos 2010

Dünyanın öbür ucu Endonezya

“Her sene bir ülke” sloganımızın bu seneki durağı düyanın taaa öbür ucundaki adalar topluluğu, Endonezya idi.

İş için gittiğim Endonezya, benim için başkent Cakarta’daki üç günle sınırlı kalacaktı aslında. Ama ufak bir manevra ile şekerimle 10 günlük bir tatile dönüştürüverdik Endonezya macerasını.
THY’nin İstanbul’dan Singapur duraklı seferleri var Endonezya’ya. Neyse aktarma yok, sefil olmadan gideceğiz diyorsunuz ama yolculuk tamı tamına 14 saat sürüyor İstanbul’dan Cakarta’ya.

Endonezya’nın nüfusu 240 milyon. Nüfusunun %90’ına yakını müslümanlardan, gerisi hindular ve hristiyanlardan oluşuyor. Dünyada en fazla müslüman nüfusun yaşadığı ülke. 17 bin adadan oluşmakta. Başkent Cakarta, ismini çok ahenkli bulduğum Java adasında. Doğal hayatı, vahşi hayvanları ve safarileriyle ünlü Sumatra adası ve egzotik tatil adası Bali de Endonezya’da.

İş arkadaşlarımla gittiğim Cakarta, esmer tenli minik insanları ve bulduğu her boşluktan fışkıran yeşillikleriyle karşıladı bizi. Şehir, en lüksünden en sefiline her türlü hayatı barındırmasıyla İstanbul’u hatırlattı bana. Hava 32-33 derece olsa da aşırı nemden dolayı insanı yapış yapış yapıyor. Her türlü kapalı mekanda klima var ama dereceleri çok düşüğe ayarlandığından oldukça üşüyorsunuz iç mekanlarda. Hayatımda görmediğim kadar yoğun ama kısa süren muson yağmurları insana her an sürpriz yapabiliyor. Trafikse berbat. Her yer araba ve motorsiklet dolu. İstanbul’u çoktan aşmış durumda burdaki kargaşa. Hayat bize göre oldukça ucuz oralarda. Para birimi Rupiah, ve 1 Dolar yaklaşık 9500 Rupi. 5-6 dolara normal bir restoranda iyi bir yemek yiyebiliyorsunuz. İnsanların gelir düzeyi çok düşük. O nedenle 10.000 Rupi bahşiş verdiğiniz bir otel görevlisi sizi mutlu etmek için yapabileceği her şeyi yapıyor.

Cakarta’daki üç günümüz lüks binalarda değişik devlet kurumlarıyla yaptığımız görüşmelerle, kendi aramızda yaptığımız toplantılarla geçti. Çok fazla gezip görme şansımız olmadı şehri. Gittiğimiz harika dekore edilmiş egzotik restoranda ise hevesle beklediğimiz yemekleri, üzerlerine dökülmüş olan şekerli sos nedeniyle ağız tadıyla yiyemedik, heba oldu güzelim etler ve deniz ürünleri.

İş seyahatimizin sona ermesi, benim gruptan ayrılmam ve Alp’in yanıma gelmesi ile gezimizin tatil kısmı başladı. Havaalanında ufak bir karmaşadan sonra buluşabildiğimiz şekerimle Cakarta’da kalmadan direk Bali adasına geçtik.


Gitmeden önce booking.com’dan ayarladığımız otelimiz Puri Dewa Bharata, Bali evleri şeklinde ahşap, bambu ve her türlü ottan çöpten, saçaktan yapılmış şirin mi şirin müstakil evlerden oluşuyordu. Açık havada kurulu lobisinde, “f” harfini söyleyemeyen minik sevimli adamlar karşıladı bizi. Asma kilitli kapıları, sürgülü tahta pencereleri, kapı önlerindeki balık havuzları ve cibinlikli yatağı ile otelimiz bizden 10 üstünden 9 puan aldı. 1 puanı da noodle, pilav, tavuk kemiği çorbası, kızarmış sebze gibi yağlı ve sabah sabah yemesi ağır şeylerden oluşan kahvaltıdan kırdık.


Bali’de ilk günümüz adayı keşifle geçti. Bali’nin merkezi mağazalar, eğlence mekanları, restoranlarla dolu Kuta Beach. Öğleden önce ve akşama doğru insan kaynıyor. Denizini girmek için çok dalgalı, nitekim denizdekilerin çoğunluğu da sörf yapmak için denizdeler. Filmlerde gördüğümüz çeviklikle hareket ediyor ve oldukça zevk alıyor görünüyorlar. Balililer Hinduzime inanıyorlar. Sokaklarda yerler, duvarların üstü, konulabilecek her yer dileklerinin gerçekleşmesi ve şükranlarını sunmak için Tanrı’ya sundukları “offerings”lerle dolu. Bitki yapraklarından yaptıkları minik tabakların içine çeşitli otlar, bisküvi, sakız ve hatta sigaraya kadar bir sürü şey koyuyorlar.

Yerel yemeklerini denedik ama bizi çok da sarmadı açıkçası. Her yemeğin yanında tatsız tuzsuz pirinç pilavlarından veriyorlar mutlaka. Ve muz ağacı yaprakları her yerde. Kah külah gibi sarıp içine yemek koyuyorlar, kah içine et koyup fırında pişiriyorlar. Birkaç yerel denemeden sonra fiyatları buralara göre oldukça ucuz olan balık, kalamar, karides gibi deniz ürünlerine verdik kendimizi, yüzgeç çıkaracak seviyeye de geldik denebilir. Ananas, guava, avakado, muz, papaya, mango gibi tropik meyveleri yoğurtla karıştırarak yaptıkları smoothielerine de bayıldık, iç iç doyamadık.


İlk günkü ada keşfinden sonra ikinci gün biraz aksiyon yapalım dedik ve adadaki rafting turlarından birine katıldık. Sabah bizi otelimizden alan tur şirketi 3 saate yakın bir yoldan sonra bizi ağaçlar,çiçekler, böceklerle dolu enfes bir ormanın içindeki rafting yapacağımız nehre ulaştırdı. Can yeleklerimizi giydik, rafting küreklerimizi aldık elimize ve daldık ormanın içine. Kısa bir trekkingden sonra rafting botlarımıza ulaştık. Ufak tefek ama on kaplan gücünde olan rehberimizin kısa bilgilendirmesinden sonra atladık botumuza ve asıldık küreklere. Muhteşem bir doğanın içinde, düşe kalka yaklaşık 2 saat kürek salladık. Hayatım boyunca heyecanla ve zevkle hatırlayacağım bu 2 saatin sonunda rehberimiz bottan inip bizi 4 metrelik bir şelaleden aşağı itti ve yüksek doz adddrenalinle son buldu rafting maceramız. İnerken hiç de o kadar da çok görünmeyen 1300 basamak merdivenle nehir seviyesinden yüzeye çıktık ve acıkmış karınlarımızı noodle, tavuk ve değişik ot türevleriyle doldurduk.


Sonraki günümüzü yaklaşık 30 dolara anlaştığımız, bir rehberin kullandığı, sadece bize ait olan bir arabayla adanın gezilecek, görülecek yerlerini dolaşmakla geçirdik. Tura ne olduğunu anlamadığımız ama tur rehberlerinin anlata anlata bitiremediği, nihayetinde pek de haz almadığımız Barong isimli efsanevi bir yaratığın dansını izleyerek başladık. Sonra günümüzde de ayin yapılmak için kullanılan bir kaç Hindu tapınağını gezdik. Tapınaklara girerken belimize birer örtü bağladılar Endonezyalı bayanlar. Barong dansından sonra tapınaklar oldukça iyi geldi, pek beğendik. O kadar yağmurdan sonra üretimi kaçınılmaz olan pirincin yetiştiği tarlaları da tur programlarına koymuşlar şirketler. Tarlalar basamaklar şeklinde içleri su dolu çukurlardan oluşuyor ve gerçekten o kadar güzeller ki, turlara hak verdik programa dahil ettikleri için. Sonraki durağımız hala aktif bir volkan olan Kintamani idi. Tırmandığımıza değdi ve karşımızdaki olağanüstü manzara bizi bizden aldı. Volkan dönüşünde ise yağmur-ağaç-orman-tahta oymacılığı tümevarımının sonuçlarını görünce turumuzun bir sonraki adımı olan şelaleye gimekten vazgeçtik ve kendimizi müthiş el becerileriyle yaptıkları çeşit çeşit tahta oymalarıyla dolu dükkanlara attık. Ve hatta taaa oralardan evimize ufak (!) bir hatıra almak gibi bir cesarette bulunduk. Turumuzu maymun ormanıyla noktaladık. “Yüzüklerin Efendisi”nde gördüğünüz cinsten enfes ama bir o kadar da gizemli bir ormanın içinde dört bir yanımız maymunlarda dolu, kocama göre eğlenceli, bana göre ise diken üstünde bir gezi yaptık. Ben sürekli sağımı solumu kollayarak, kocam ise çantamızdaki muzları farkeden bir maymunun şortuna yapışmasından kurtulmaya çalışarak atlattık maymun ormanı maceramızı da.


Önce soldan işleyen trafikten ve çılgın sürücülerden dolayı çekinik kaldığımız scooter kiralama olayına daha fazla direnemedik ve Bali’deki son günümüzü vız vız motor üstünde oradan oraya gezerek geçirdik. Gitmeden önce yaptığımız ayarlamalarda 5 gün Bali yeter diyip kendimize başka bir durak daha ayarlamıştık. Çok da isabetli karar vermişiz, genel olarak Bali nedir, nasıl yaşanır fikrimizi edindik.

Gezimizin sonraki durağı, gitmeden yaptığımız araştırmada karşımıza “el değmemiş Bali” şeklinde anlatılan Lombok adası idi. Adaya saatte yaklaşık 120 km hıza çıkan “fast boat” la gittik. Hızdan dolayı dalgaların üzerinde sürekli zıplayarak giden bottan dolayı yolculuk, “şimdi parçalandı botun gövdesi, şimdi parçalanacak” şeklinde geçti benim için.

Lombok’a vardığımızda tam bir “Lost” adası karşımızdaydı. Yeşillikler birbirine karışmış, sessiz ve ıssız. Otelimiz yine muhteşemdi. Dediklerine göre adanın en güzel koyuna konuşlanmış.

İlk günümüzü sahilde tembellik yaparak ve adanın merkezini keşifle –ki toplam 10-15 restorandan, 8-10 marketten ve tamirci, banka, postane gibi bir ilçede bulunması zorunlu hizmet binalarından ibaret- geçirdikten sonra ikinci gün anlaştığımız bir araçla adayı keşfe çıktık.

Bali’nin aksine Lombok adası Müslüman. Türkiye’den geldiğimizi duyunca hemen “Müslüman mısınız” diye soruyorlar. “Evet” cevabını alınca da onların “my brother-sister”ı oluyoruz ve ellerindeki her imkanı önünüze sunuyorlar. Su ikramları mı dersiniz, süper bilgiler sunan rehberlik mi, gönüllü fotoğrafçılık hizmetleri mi…

Turumuza çömlek yapımıyla ünlü bir köyle başladık. Çömlek işinde oldukça başarılılar. Yaptıkları şeyleri satıyorlar tabii ki ama satın almak istemezseniz ufak bir bahşiş karşılığında ellerinizi kile bulama ve ufak tefek bişeyler yapıp yanınızda götürme imkanınız var. E tabi böyle bir şeyi denemeden olmaz diyip ordaki bir çalışanın da yardımıyla ben de ufak bişeyler yaptım.

Çömlekçiden sonraki durağımız dokumacılıkla ünlü bir Sasak köyüydü. Köyde gördüğümüz kadınların çoğu halı dokuyor, geri kalanı çeşitli bitkileri ayıklamakla uğraşıyordu. Erkeklerin çoğu ise üstü saçaklarla kapatılmış genişçe tahta koltuklarda yan gelip yatmaktaydılar. Ama elde ettiğimiz bu verileri yeterli gün gözlem yapmadığımız gerekçesiyle genel bir kanı haline dönüştürmemeye gayret ettik. :) Köy gezisinden sonra yerel düğün kıyafetlerini deneyebileceğimizi söylediler. Gelinlikle damatlık beklediğimizden oldukça farklı çıksa da bakıp bakıp güleceğimiz bu fotoğraf için denemeye değerdi.

Sonraki gün dengeyi sağlamak için kenarlarından bambu kolları çıkan Gebok isimli teknelerle Gili Island’lara gidelim dedik. Gili’ler 3 adadan oluşuyor. Gili Trawangan en büyüğü ve üstünde yaşam olanı. Ada kesinlikle görülmeye değer. Deniz cam gibi ve deniz canlıları müthiş. Bizim de ilk işimiz şnorkelle denizin içini seyretmek oldu. Renk renk balıklar, çeşit çeşit mercanlar ve tanımadığım bir sürü şey… Şnorkel deneyimi çok keyifliydi ama denizde akıntı olduğundan düz hareket etmeniz mümkün olmuyor, denize girdiğiniz yere metrelerce uzakta bi yerden sahile çıkıp, yeniden başladığınız yere yürümeniz gerekiyor.

Kısa bir yemek molasından sonra gözümüze bisikletleri kestirdik. Adanın çevresini 1 saatte dolaşırsınız diyip bizi kandırmayı başardılar. Yerler deniz kumu olmasa –bisikletiniz kuma saplanıyor, pedal çeviremiyorsunuz- gerçekten 1 saatte dolaşılabilirdi belki. Ne kadar yorulsak ve yolun çoğunda bisikleti yanımızda sürüklemek zorunda kalsak da buna değdi, yoksa bu nefis görüntüleri bir daha nerde görürdük bilemiyorum.

Biz Endonezya’yı ve fakir ama mutlu Endonezyalıları çok sevdik. Anılarıyla bizi 1 yıl idare edecek bir tatil yaptık bence. Dünyanın öbür köşesindeki insanlardan küçük bir kısmının nasıl yaşadığını, neler yaptıklarını, neye inandıklarını, nelere kıymet verip, nelerin farkında bile olmadıklarını gördük.

Her tatil gibi bu da bizim için oldukça ufuk açıcı bir deneyim oldu. Çok okuyan da biliyor ama çok gezen de biliyor bence. Döndüğünüzde hiçbir şey aynı olmuyor!

5 Ağustos 2010

benim annem ve babam...

"Sen doğduğundan beri biz çok mutluyuz." diye başlayan bir mesaj atarlar ve beni çok çok mutlu ederler. :)